Kadının Tehlike Temsili: Edvard Munch’un Omega Karakteri Üzerine Bir Psikolojik İnceleme
Kadının tarih boyunca mitlerde, tıpta ve sanatta çizilen temsili, sadece bir toplumsal kimlik değil, aynı zamanda ataerkil düzenin şekillendirdiği korkuların ve arzuların da yansıması. Özellikle mitolojik figürlerde kadının ya itaatkar ve feda edici bir rol üstlenmesi ya da dizginlenmesi gereken yıkıcı bir güç olarak sunulması, bu ikiliğin temelini oluşturuyor. Sanat tarihinin önemli isimlerinden Edvard Munch, “Alpha and Omega” adlı taşbaskı serisinde bu tarihsel ikilemi kendi içsel çatışmalarıyla birleştirerek, kadını hem arzunun nesnesi hem de yok edici bir tehdit olarak temsil eder.
Bu yazıda, Munch’un Omega karakteri üzerinden, kadının tarihsel olarak “tehlikeli” bir varlık olarak konumlandırılmasını ve günümüzle bağlantısını inceliyorum.
Edvard Munch ve Kadın
Norveçli ressam Edvard Munch (1863–1944), modern sanatın öncülerinden biri olarak bireysel acı, aşk, ölüm ve kaygı temalarını yoğun duygusal imgelerle işler. En çok Çığlık (1893) adlı eseriyle tanınsa da 1908 yılında yaşadığı sinirsel çöküşün ardından psikiyatri kliniğinde geçirdiği süreç, sanatında daha alegorik ve sembolik bir anlatım diline yönelmesine neden olmuş. Birçok kaynak, Munch’un annesi ve kız kardeşiyle ilişkisi nedeniyle kadınları arzuladığı ancak onlara güvenmediği bilgisini veriyor (Skryabin ve arkadaşları, 2020). Winer (1989), Munch’un ilk travmalarını aşamamasının ve çözülmemiş oidipal çatışmalarının, onu bu deneyimleri kadınlarla acı verici biçimde tekrar etmeye ittiğini belirtiyor.
Munch’un kadınlarla ilişkileri yoğun bir ikilemle işaretlenmiş. Hem yakınlık arzulamış hem de ondan korkmuştur. Kadınlar sıklıkla baştan çıkarıcı ama tehlikeli figürler olarak tasvir edilmiştir. Bu, araştırmacıların çözülmemiş bağlanma çatışmaları olarak tanımladığı psikolojik durumun sanatsal bir yansımasıdır (Herold & Kiss, 2019). Sanat tarihçileri ve psikologlar, Munch’un kadın imajları yaratarak duygusal acı ve ikilemleri işlemesini, sanatı psikolojik bir katarsis olarak kullandığını ileri sürüyor. Ama bu süreç çatışmasını çözmek yerine, yalnızlık, erotik korku ve ölüm temalarını pekiştirmiştir (Berman, 1994).
Alpha ve Omega
Alpha and Omega (1908–1909), toplam 18 taşbaskıdan oluşan bir grafik seri olarak Munch’un içsel dünyasını mitolojik ve sembolik imgelerle ifade ettiği önemli bir yapıt. Bu çalışma Munch’un cinsiyet, cinsellik ve ilişkilerle, özellikle kadınlarla ilgili çatışmalı görüşlerini yansıtıyor denebilir. Seride, ilkel bir doğada geçen, bir kadın (Omega) ve bir erkeğin (Alpha) yaratılıştan yıkıma uzanan ilişkisi anlatılır. Bu hikâye, cinsellik, kıskançlık, suçluluk ve ölüm gibi temalarla örülmüş; kadının hem yaratıcı hem de yok edici bir güç olarak temsiliyle dikkat çekmiştir (Kittelsen, 2017).
Alpha ve Omega serisi, yaratılış hikâyesinin kişisel bir versiyonunu tasvir eden grafiklerden oluşan bir koleksiyondur. 18 ana görüntü, iki tanıtıcı vignette, bir başlık sayfası ve taşbaskı olarak basılmış bir içerik tablosundan oluşan bu seri, ayrıca resimli bir şiirle tamamlanmıştır. Hikâye, bir çöl adasında yaşayan ilk iki insanın (Alpha ve Omega) hikâyesini anlatır. Başlangıçta uyum içinde yaşayan bu iki figür, büyük bir bulutun adanın üzerine gölge düşürmesiyle değişir. Alpha, Omega’nın üstünde dev bir yılanla yatarken onu gözleriyle izlediğini fark eder. Alpha, öfke ve kıskançlıkla yılanı öldürür, ancak Omega’nın bu davranıştan etkilenmesi uzun sürmez. Omega, adadaki tüm hayvanlarla cinsel ilişkiler kurar, ta ki sıkılıp bir alageyik sırtında adadan kaçana kadar.
Alpha yalnız kaldığını düşünür, ancak bir gün Omega’nın çocukları ona gelir. Adada yeni bir aile büyümüştür ve çocuklar onu baba olarak kabul eder. Küçük domuzlar, yılanlar, maymunlar, etoburlar ve diğer insan yavruları ortaya çıkar. Alpha, büyük bir çaresizlik içine düşer ve şu şekilde anlatılır: “Denizin boyunca koştu; gökyüzü ve deniz kanla lekelenmişti, havada çığlıklar duyuyordu ve kulaklarını kapadı; yer, gökyüzü ve deniz titredi ve büyük bir kaygı hissetti.” Bir gün Omega geri döndüğünde, Alpha onu öldürür. Ancak, bedenini izlerken, Omega’nın tüm çocukları ve adadaki hayvanlar tarafından arkasından saldırıya uğrar ve ölümüne yol açılır.
Kadının Tehlike Temsili
Mitoloji, kadınların toplumsal rolünü meşrulaştırma aracı olarak kullanılmış, eril bakış açısını yansıtan anlatılarla kadın ya erdemli kurban ya da cezalandırılması gereken tehdit olarak çizilmiştir. Klytaimestra’dan Amazonlara, Medusa’dan Lilith’e kadar uzanan geniş bir mitolojik figür yelpazesi, kadının dizginlenmemiş gücünün kaosa ve yıkıma yol açabileceği fikrini besler. Kadının içgüdüleri, arzuları ve öfkesi bir tehdit unsuru olarak görülmüş; kadını zapt etmenin eril bir görev olduğu düşüncesi doğmuştur.
Bu mitolojik anlatılar, sadece kültürel birikimin parçaları değil, aynı zamanda kadınlar üzerinde eril kontrolü meşrulaştıran bir sistemin parçaları olarak da işlev görmüştür. Klasik mitlerin eril egemenliği pekiştirdiğini belirten araştırmalarda, bu anlatıların bir yandan kendini feda eden, erkeğe tabi olan kadınlara yer verirken, diğer yandan Klytaimestra ya da Amazonlar gibi ‘olumsuz örnekler’ aracılığıyla, serbest bırakıldığında kadının gücünün ne denli yıkıcı olabileceğini gösterdiği vurgulanır (Dowden & Livingstone, 2011). Bu anlayışa göre kadınlar ya kurbandır ya da canavar; ve anlatılar, uygun olan ile olmayan kadın davranışlarını modellemek amacıyla kurgulanır.
Kadınların kurban ya da canavar temsili psikoloji tarihinde de görülür. Histriyonik kişilik bozukluğu DSM-5’te (American Psychiatric Association, 2013) erken erişkinlikte başlayan ve değişik bağlamlarda ortaya çıkan, aşırı duygusallık ve ilgi çekme arayışı ile giden yaygın bir örüntü olarak tanımlanır. Freud’un çalışmalarında da kadının bedeni ve zihni, bilinçdışı arzuların taşıyıcısı ve dolayısıyla potansiyel bir tehlike olarak kodlanmıştır. 19. yüzyılda bu anlayış, tıbbın diline “histeri” gibi yalnızca kadınlara atfedilen tanılarla yansımıştır. Histeri adı Yunancada rahim anlamına gelen hystera sözcüğünden gelir. Histeri, erkeklerde de görülen bir hastalık olmasına rağmen bu dönemde kadını “sinirli cins” olarak tanımlayan yaklaşımlar ortaya çıkmıştır ve doktorlar erkeklerin “duygusal şovlar” yapabileceklerine inanmak istememiştir (Çabuklu, 2006). Erkek doktorların kadın hastalarını “hizaya getirme” çabaları ilerleyen tarihlerde de devam etmiştir.
Adet kanaması da kadından uzak durulması gereken, kirli sıvılar salgılayan bir beden olarak algılanmaktaydı - ki hala da öyle algılanmaktadır. 19. yüzyılda doktorlar, kadındaki “şiddetli duyguların” adet kanamasında düzensizliğe neden olup onları ölüme sürükleyebileceği konusunda uyarıda bulunuyordu (Çabuklu, 2006). Adet döneminde kadınların kuvvetli duygulardan kaçınmaları, zihinsel uğraşlardan uzak durmaları önerilirdi. Yani, “sorun çıkarmayacak” şekilde hareket etmeleri herkes için en iyisiydi.
Edvard Munch’un Omega’sı: Kadının Abject Hali
Julia Kristeva’nın “abject” kavramı, reddedilen, sınırları belirsiz, hem arzulanan hem tiksindirilen nesneyi ifade eder (Kristeva, 1982). Munch’un Omega’sı, bu abject halin bir simgesidir: Hem büyüleyici hem de korkutucu; hem çekici hem de yok edici. Omega’nın doğası, kadının tarih boyunca kültürel olarak kodlanan “tehlikeli” yönlerini somutlaştırır.
Munch’un serisinde Omega, hem yaratılışın kaynağı hem de yıkımın başlangıcıdır. Kadının hem anne hem cadı hem kurban hem de cezalandırıcı olarak gösterildiği bu eser, onun doğanın hem verici hem alıcı gücünü yansıtır. Omega’nın yılanla olan ilişkisi, kadınların mitolojik anlatılarda sıklıkla yılanla özdeşleştirilen “bilgi”, “gizem” ve “tehlike” imgeleriyle nasıl iç içe geçtiğini gösterir.
Munch’un kişisel tarihinin de etkisiyle Omega, psikolojik bir mitoloji yaratır. Sanatçı, bilinçdışında kalan korkularını, arzularını ve çelişkilerini bu sembolik figürle ifade eder.
Munch’un Omega figürü, yalnızca kişisel bir travmanın değil, tarihsel bir kadınlık kurgusunun yansımasıdır. Kadının arzusu, bilinmezliği ve bedenselliği; mitolojiden modern tıbba, psikanalizden sanata kadar uzanan çok katmanlı bir korkunun merkezinde yer alır. Omega, erkeğin gözünden bakıldığında hem baştan çıkarıcı hem de yıkıcıdır; dizginlenmemiş kadınlığın sembolüdür. Bu bağlamda Munch’un serisi, yalnızca bir aşk ya da cinsellik hikâyesi değil, aynı zamanda kadına dair tarihsel ve kültürel temsillerin sanatsal bir eleştirisidir. Kadının hem tanrıça hem canavar olarak çizilmesi, erkeğin bilinçdışında kadın bedenine yüklenen anlamları ve bu anlamların toplumsal sonuçlarını ifşa eder. Munch’un yaşamı boyunca özellikle kadınlara dair geliştirdiği karmaşık duygular – arzuyla karışık korku, terk edilme kaygısı ve kontrol kaybı – Omega figürüne doğrudan yansır. Seride kadın, yaratıcı ve yok edici kutuplar arasında gidip gelen bir figürdür: Başlangıcın (Alpha) sonunda (Omega) bulunan bir tehdit.
Güncel Bağlam: Tarihsel Temsillerin Bugünkü Yansımaları
Edvard Munch’un Alpha and Omega serisinde kadının temsili, kadim bir korkunun modern ifadesi gibidir. Omega karakteri, doğadaki ilk kadındır; baştan çıkaran, arzuyu temsil eden ve sonunda felakete neden olan bir figürdür. Seride Omega’nın arzusu erkek figür üzerinde başta tutkulu bir etki yaratırken, zamanla kıskançlık, suçluluk ve ölümle sonuçlanan bir süreci tetikler. Bu anlatı, kadının özneleştiği ve arzusunu dile getirdiği anda “yıkıcı” olmaya başladığına dair tarihsel anlatılarla doğrudan örtüşür.
Tıpkı mitolojik figürler gibi - Pandora’nın kutuyu açması, Lilith’in itaatsizliği, Klytaimestra’nın intikamı - Omega da arzusu ve iradesiyle düzeni tehdit eder. Munch’un bu anlatısında erkek figür pasifleşir, mağdurlaşır; böylece izleyici, kadının gücünden ürkmeye yönlendirilir. Bu sanat anlatısı, kadının içsel gücünü, cinselliğini ve bireysel özerkliğini tehdit unsuru olarak kodlayan çok daha geniş bir kültürel yapının parçasıdır.
Bu temsil yalnızca sanatsal düzlemde kalmaz. Günümüzde kadınların, kendi hayatlarıyla ilgili kararlar aldıkları - bir ilişkiyi sonlandırmak, başkaldırmak ya da yalnızca kendi arzularını ifade etmek - durumlarda şiddete uğramaları, bu tarihsel korkunun toplumsal zeminde hala canlı olduğunu gösterir. Kadının “sınır tanıması”, sistemde düzeni bozan bir eylem olarak görülmekte; bu nedenle de sıklıkla cezalandırılmaktadır.
Kadının tarih boyunca tehlikeli, baştan çıkarıcı ve dizginlenmesi gereken bir figür olarak temsil edilmesi, yalnızca mitlerde ya da sanatta kalmamış; günümüze dek uzanan toplumsal kodlara da işlemiştir. Erkek egemen anlatılarda şekillenen bu algı, kadınların hem özel hem kamusal alanda kontrol altına alınması gerektiği fikrini besler. Kadının arzusu hala bir tehdit, bedeni ise bir alan olarak görülür; bu da özellikle ataerkil toplum yapılarında kadınlara yönelik fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddeti meşrulaştıran bir zemin oluşturur.
Bugün kadınların farklı gerekçelerle hedef alınması, sadece bireysel öfkenin değil, tarihsel olarak inşa edilmiş kolektif bir korkunun sonucudur. Feminizmin yüzyıllardır mücadele ettiği bu anlatılar, toplumsal cinsiyet rollerini derinleştirirken, şiddetin görünmezleşmesine ve hatta haklılaştırılmasına neden olabilir. Kadına yönelik şiddetin psikososyal kökenlerine baktığımızda, bu tarihsel temsillerin sanıldığından çok daha etkili olduğu görülür.
Edvard Munch’un Omega figürü, tam da bu sürekliliği gösterir: Kadın hâlâ “uygunsuz” olduğunda cezalandırılan, arzusu taşıyamayacağı varsayılan ve denetlenmesi gereken bir varlık olarak algılanır. Bugün kadının ifadesine, giyimine, sesine ya da aşkına yöneltilen saldırılar, mitolojik karakterlerden çok da farklı değildir; sadece daha görünmez, daha sistematik ve daha normatif hale gelmiştir. Bu nedenle Munch’un serisi, yalnızca bir dönemin içsel fırtınalarını değil, günümüzde de devam eden kadına yönelik tehdit algısının görsel bir arşivi olarak değerlendirilebilir.
Referanslar
Berman, P. G. (1994). (Re-) reading Edvard Munch: Trends in the current literature. Scandinavian Studies, 66(1), 45–67.
Çabuklu, Y. (2006). Bedenin farklı halleri: Deneme. Kanat Kitap.
Dowden, K., & Livingstone, N. (Eds.). (2011). A companion to Greek mythology. John Wiley & Sons.
Herold, M., & Kiss, E. C. (2019). The Frieze of Life, or death, anxiety and love in the oeuvre of Edvard Munch. Psychiatria Hungarica: A Magyar Pszichiatriai Társaság Tudományos Folyóirata, 34(3), 311–321
Kittelsen, E. (2017). Myth of 1910: Reading Edvard Munch’s Alpha and Omega. Kunst og Kultur, 100(1–2), 20–33.
Ross, C. (1997). Redefinitions of abjection in contemporary performances of the female body. RES: Anthropology and Aesthetics, 31(1), 149–156.
Skryabin, V. Y., Skryabina, A. A., Torrado, M. V., & Gritchina, E. A. (2020). Edvard Munch: The collision of art and mental disorder. Mental Health, Religion & Culture, 23(7), 570–578.
Winer, J. A. (1989). The annual of psychoanalysis (Vol. 17). Routledge.